Aralık 08, 2011

http://www.youtube.com/watch?v=imbFjtX0Gc0

Gelecek güzel gelecek diyoruz buna inanıyoruz ama 1 numaradaki buluşun savaş sanaayi ile alakalı olması gerçekten üzücü yenede izliyelim.

Kasım 29, 2011

Apple'ın yıllar önce think different sloganıyla çektiği reklam klibi.



Bu video ise think different düşüncesini destekler nitelikte bence ders cıkarılır.


Kasım 28, 2011



"Yaratıcılık, birşeyleri birbirine bağlamaktır. Yaratıcı insanlara bir şeyi nasıl yaptıklarını sorduğunuzda, kendilerini biraz suçlu hissederler çünkü aslında bunu onlar yapmamıştır, onlar sadece bir şey görmüştür."

Steve Jobs

Temmuz 29, 2011

iWear :)


Farklı düşün, aynı giyin!

Steve Jobs’un sihrine sahip olmak ister misiniz? Eminim aranızda isteyenler vardır. Nihayet “iWear” paketi, satışasunuldu. %100 pamuklu siyah, boğazlı kazak, 501 Levi’s Jean, bir çift New Balance 991 spor ayakkabının dahil olduğu iWear paketi’ne gözlük dahil değil. Eksra ücret ile sahip olacağınız gözlük ile Steve Jobs gibi görünebilirsiniz. İç çamaşırının pakete dahil olmadığını, kişisel tercihe bırakıldığı, prospektüste yazılı olan ilginç notlardan…
iWear ürünleri’nin yüksek Apple standartlarında olduğu, kutu içinde not olarak düşülmüş. Apple çıkartmaları da unutulmamış. Ayrıca iWear paketine dahil edilen ürünlerin üzerindeki etikette bir not var:
iWear
%100 Pamuk. Soğuk suyla ayrı yıkama yapın. Ağartmayın. Flash kullanmayın. PC kullanmayın. Android kullanmayın. Et yemeyin. Bu giysiyi hiçbir şekilde kişiselleştirmeyin. Bu kuralların herhangi birini ihlal etmeyin yoksa STEVE GİBİ OLAMAZSINIZ.
Analist Paul Kornik, iWear ‘ı Apple için bir Smaç olarak görüyor. “Kesinlikle Steve’in pantolonu sihirli, pek çok insan bunu satın alacak” diyor.
Apple’ın gelecek planlarında da ürün grubuna devam kararı var. 2011 için Essence of Phil (Schiller ‘dan esinlenilmiş kolonya, iStubble (Jony Ive görünüşü için elektrikli traş makinası) gibi ürünler kullanıcıları bekliyor olacak.
 Bu haber, Scoopertino’dan alınmış, aslı astarı olmayan, eğlence için hazırlanmış bir haberdir. Lütfen ciddiye alıp tuhaf yorumlar yapmayın :)

İşin espirisi bi yana apple ekibi ve steve jobs iyiki varlar dünya size çok sey borçlu..

Haziran 14, 2011

Aç Kal, Budala Kal ! / Steve Jobs.

Aç Kal, Budala Kal ! / Steve Jobs.

“Bugün dünyanın en iyi üniversitelerinden birinin diploma töreninde sizlerle birlikte olmaktan onur duyuyorum. Ben üniversiteden hiç mezun olmadım. Doğruyu söylemek gerekirse, mezuniyete en yaklaştığım an da bu an!
Sizlere hayatımla ilgili üç hikaye anlatacağım. Hepsi bu. Büyütülecek birşey değil. Sadece üç hikaye.

İlki noktaları birleştirmekle ilgili.

İlk 6 aydan sonra Reed Üniversitesinde derslere girmeyi bıraktım, ancak gerçek anlamda okulu bırakana kadar bir 18 ay kadar daha okulda kaldım. Okulu neden bıraktım?
Olay ben doğmadan başlamıştı. Biyolojik annem genç, evlenmemiş bir üniversite mezunuydu ve beni evlatlık vermeye karar vermişti. Beni üniversite mezunu bir çiftin evlatlık almasını çok istiyordu, sonunda da bir avukat ve karısı tarafından alınmam için herşey hazırdı. Tek sorun, ben ortaya çıktıktan sonra, beni evlat edinecek çiftin esasında bir kız çocuğu istediklerini anlamış olmalarıydı. Bir gece yarısı, bekleme listesinde olan müstakbel aileme bir telefon geldi: “Elimizde beklenmedik bir erkek bebek var, onu istiyor musunuz?”. Onlar da “tabii ki” diye yanıtladılar. Biyolojik annem, annemin üniversiteyi, babamın ise liseyi bile bitirmemiş olduğunu öğrendiğinde evlatlık beni üniversiteye yollayacaklarına dair söz verme işlemini tamamlayacak son kağıtları imzalamayı reddetti. Ancak birkaç ay sonra, ailemin verdikten sonra ikna oldu.
Ve 17 sene sonra üniversiteye başladım ama saf bir şekilde neredeyse Stanford kadar pahalı bir okul seçtim, ve emekçi ailemin bütün birikimleri benim okul parama gidiyordu. Altı ay sonra, buna değmeyeceğini farkettim. Hayatımla ilgili ne yapmam gerektiği konusunda hiçbir fikrim yoktu ve üniversitenin de bunu bulmam için bana nasıl fayda sağlayacağını çözememiştim. Ve orada durmuş ailemin hayat boyu biriktirdiği parayı harcıyordum.. Sonuçta okulu bırakmaya ve herşeyin yoluna gireceğine inanmaya karar verdim. O zaman çok korkutucu gelmişti ama geriye dönüp baktığımda hayatımda verdiğim en iyi kararlardan biri olduğunu görüyorum. Okulu bıraktığım an, zorunlu fakat gereksiz olan ve ilgimi çekmeyen tüm dersleri almama gerek kalmamıştı. Böylece sadece bana ilginç gözüken derslere girebilecektim.

Bu aslında hiç de romantik bir durum değildi. Yurt odam olmadığından arkadaşlarımın odalarında yerde yatıyor, kola şişelerinin 5 sentlik depozitolarıyla yemek alıyor, her pazar akşamı güzel bir yemek yemek için 7 mil uzaktaki Hare Krishna kilisesine gidiyordum. Çok güzeldi. Merakım ve sezgilerim sayesinde içine düştüğüm çoğu şey daha sonra benim için paha biçilmez deneyimlere dönüştü.
Bir örnek vereyim: O zamanlar Reed Üniversitesi muhtemelen ülkedeki en iyi kaligrafi dersini veriyordu. Kampüsteki her poster, çekmecelerdeki her etiket, çok güzel şekilde elle kaligre edilmişti. Okulu bırakmış olduğum ve zorunlu dersleri almak zorunda olmadığım için kaligrafi dersi alıp nasıl yapıldığını öğrenmeye karar verdim. Serif ve san serif yazı karakterleri, değişik harf kombinasyonları arasındaki boşluğu ayarlama ve harika bir tipografiyi harika yapanın ne olduğu hakkında çok şey öğrendim. Çok güzeldi; tarihsel ve sanatsal olarak o kadar inceydi ki bilim hiçbir şekilde bunu yakalayamazdı ve ben bunu muhteşem buldum. Bunların hayatımda pratik bir uygulama bulma olasılığı yoktu. Ama on sene sonra, ilk Macintosh’u tasarlarken, bir anda aklıma geliverdi. Bunların hepsini Mac’te kullandık. Mac güzel bir tipografiye sahip ilk bilgisayardı.

Eğer o derse hiç girmemiş olsaydım, Mac hiç çok yönlü yazı karakterlerine veya boşlukları doğru orantıda kullanan fontlara sahip olmayacaktı. Windows da Mac’ten kopyaladığına göre, hiçbir kişisel bilgisayarın bunlara sahip olmayacağı muhtemeldir. Okulu bırakmamış olsaydım, o kaligrafi dersine girmemiş olacaktım, ve kişisel bilgisayarlar şu an sahip oldukları o harika tipografiye sahip olamayabileceklerdi. Tabii ki üniversitedeyken noktaları ileriye bakarak birleştirmek imkansızdı. Fakat on sene sonra geriye dönüp baktığımda herşey çok ama çok berraktı.

Tekrar söylüyorum, noktaları ileriye bakarak birleştiremezsiniz; onları sadece geriye baktığınızda birleştirebilirsiniz. Noktaların gelecekte bir şekilde birleşeceğine inanmanız gerekiyor.
Bir şeye güvenmelisiniz ; tanrıya, cesaretinize,  kaderinize,hayata,karmaya,herhangi bir şeye. Bu yaklaşım beni hiçbir zaman yolda bırakmadığı gibi hayatımı da bütünüyle değiştirdi.

İkinci hikayem sevgiyle ve kaybetmekle ilgili.
Hayatımın erken bir döneminde neyi sevdiğimi bulduğum için şanslıydım. Woz (Steve Wozniak) ve ben Apple‘ı 20 yaşındayken ailemin garajında kurduk. Çok yoğun çalıştık, ve 10 sene sonra Apple garajdaki iki kişiden, 4000 çalışanı olan 2 milyar dolarlık bir şirkete dönüşmüştü. En nadide ürünümüz Macintosh’u piyasaya sürdüğümüzde ben 30 yaşına yeni basmıştım.
Ardından kovuldum.
Kendi kurduğunuz bir şirketten nasıl kovulabilirsiniz? Şöyle: Apple büyük bir şirket haline geldiği için biz de şirketi benimle birlikte yönetebilicek, yetenekli olduğuna inandığım birini işe aldık ve ilk sene işler iyi gitti. Fakat daha sonra, geleceğe yönelik görüşlerimiz farklılık göstermeye başladı ve bir noktada koptu. Bu noktada yönetim kurulumuz onun tarafında yer aldı. Sonuçta 30 yaşında dışarıda kalmıştım. Hem de herkesin gözü önünde. Hayatımın odak noktası olan şey bir anda yok olmuştu, bu büyük bir yıkımdı.
Birkaç ay ne yapacağımı bilemedim. Bir önceki girişimci nesli yüz üstü bırakmış, rütbe tam bana teslim edilirken onu elimden düşürmüş gibi hissetmiştim. Dave Packard ve Bob Noyce’dan bu başarısızlığım için özür diledim. Fazla göz önünde olan bir başarısızlık sembolü olmuştum ve vadiden kaçmayı bile düşündüm. Fakat içimde bir şeyler uyanmaya başladı, yaptığım işi hala sevdiğimi farkettim. Apple’da olanlar bunu en ufak şekilde değiştirememişti. Dışlanmıştım ama hala aşıktım. Ve yeniden başlamaya karar verdim.

O zaman farkına varmamıştım ama Apple’dan kovulmak başıma gelebilecek en iyi şey olmuştu.Başarılı olmanın ağırlığı yeniden başlamanın hafifliğiyle yer değiştirmişti, hiçbir şey hakkında eskisi kadar emin değildim. Hayatımın en yaratıcı dönemine girmek üzere özgürleşmiştim.

Sonraki beş sene NeXT adında bir şirket kurdum, Pixaradında başka bir şirket, ve eşim olacak inanılmaz kadına aşık olmuştum. Pixar’da dünyanın ilk bilgisayar animasyon filmi Toy Story‘yi yarattık ve şu an dünyanın en başarılı animasyon stüdyosuyuz. İnanılmaz olaylar zincirinden sonra, Apple NeXT’i satın aldı, ben Apple’a döndüm ve Apple’ın yenilenmesinin kalbinde NeXT’te geliştirdiğimiz teknoloji yatıyor. Ve Laurence ile harika bir aile kurduk.
Apple’dan kovulmamış olsaydım bunların hiçbirinin olmayacağından son derece eminim. Tadı çok kötü bir ilaçtı, ama sanırım hastanın da buna ihtiyacı vardı.

Bazen hayat kafanıza bir tuğlayla vurur. Sakın inancınızı kaybetmeyin.

Devam etmeme sebep olan şeyin yaptığım işe olan aşkım olduğuna ikna olmuş durumdayım. Neyi sevdiğinizi bulmanız gerek. Ve bu aşklarınız için geçerli olduğu gibi işiniz için de geçerlidir. İşiniz hayatınızın büyük bir kısmını kaplayacak ve gerçek anlamda tatmin olmanın tek yolu harika bir iş olduğuna inandığınız şeyi yapmanızdır. Ve harika bir iş yapmanın tek yolu ise yaptığınızı sevmenizden geçer. Henüz bulamadıysanız, aramaya devam edin.

Durulmayın. Tüm gönül meseleleri gibi, onu bulduğunuz zaman anlayacaksınız. Ve her büyük ilişki gibi, seneler geçtikçe daha da güzelleşecek. Yani bulana kadar devam edin. Yılmayın.

Üçüncü hikayem ölüm hakkında.
On yedi yaşındayken, şöyle bir şey okumuştum:
“Her gününü, hayatının son günüymüş gibi yaşarsan, günün birinde haklı çıkarsın.”
Bu cümle beni çok etkilemişti ve o günden bu yana, yani 33 yıldır, her sabah aynaya bakıp, kendi kendime hep şunu sordum: “Eğer bugün hayatının son günü olsaydı, bugün (normalde) yapacağın şeyleri yapmak ister miydim? Uzun süre art arda, “Hayır,” yanıtını verdiğimde, bir şeyleri değiştirmem gerektiğini anladım.
İnsanın kısa süre içinde öleceğini bilmesi, yaşantısına damga vuracak kararlar vermesi açısından büyük önem taşır. Çünkü her şey, tüm dış beklentiler, gururlar, küçük düşme ya da başarısızlık korkuları – tüm bunlar ölüm karşısında değerlerini yitirir, yalnızca ölümdür önemli olan.
Kaybedecek bir şeyler olduğu (tuzak) düşünceyi yok etmenin en iyi yolu insanın öleceğini hatırlamasıdır. Zaten çıplak ve savunmasızsın. Yüreğinin sesini dinlememen için hiçbir neden yok.

Bir yıl kadar önce bana kanser teşhisi kondu. Sabah 7:30 da girdiğim ultrasonda pankreastaki tümör bariz bir şekilde görünüyordu. Bense pankreasın ne olduğunu bile bilmiyordum. Doktorlar bu tip bir kanserin tedavisinin neredeyse imkansız olduğunu ve üç ila altı aydan fazla yaşamayı beklemememi söylediler. Bu, çocuklarınıza ilerideki 10 yıl içinde söyleyeceklerinizi birkaç ay içinde söylemeye çalışmak demekti. Bu, aileniz rahatı için gerekli herşeyin kısa zamanda yapılması demekti. Bu veda etmek demekti.

Bütün gün o teşhisle yaşadım. Akşama doğru biyopsi yapıldı, boğazımdan bir endoskop soktular, mide ve bağırsaklarımdan geçerek bir iğneyle pankreasımdaki tümörden birkaç hücre aldılar. Ben narkozla uyutulmuştum, fakat eşimin söylediğine göre doktorlar alınan hücreleri mikroskobun altına koyduklarında sevinç çığlıkları attığını söyledi. Benim kanserim ameliyatla tedavi edilebilecek bir türdenmiş. Ameliyat oldum ve şimdi iyileştim.
Beni ölüme en çok yaklaştıran olay budur ve umarım uzun yıllar boyunca bir daha bu denli yaklaşmam. Bu deneyimi yaşamış biri olarak diyebilirim ki ölüm faydalı fakat sadece entelektüel bir kavramdır.
Hiç kimse ölmek istemez. Cennete gitmek isteyenler bile, oraya gitmek uğruna ölümü göze almak istemezler. Oysa ölüm hepimizin ortak sonu. Şimdiye dek hiç kimse ölümden kaçamamıştır. Bunun böyle de olması gerekir, çünkü ölüm hayatın en güzel icatlarından birisi. Hayat’ın değişim ajanı. Yenilere yer açmak için, eskilerden kurtulmanın tek çaresi. Şu an için yeni sizsiniz, ama günün birinde, üstelik pek yakında siz de eskiyecek ve aradan çıkarılacaksınız. Bu kadar acımasız olduğum için üzgünüm, ama gerçek bu.

Zamanınız kısıtlı, bu yüzden başkalarının hayatını yaşayarak onu harcamayın. Başkalarının düşüncelerinin sonuçlarıyla yaşama dogmasına takılıp kalmayın. Başka insanların fikirlerinin gürültüsünün kendi kalbinizin sesini duymanızı engellemesine izin vermeyin. Ve en önemlisi kalbinizin ve sezgilerinizin yolundan gidecek cesarete sahip olun. Kalbiniz ve sezgileriniz ne yapmak istediğinizi bilirler. Bunun dışındaki herşey ikinci planda.


Gençliğimde, bizim neslin kutsal dergilerinden biri sayılan, The Whole Earth Catalog adında inanılmaz bir yayın vardı. Menlo Park yakınlarında yaşayan Steward Brand adında biri tarafından şiirsel bir tarzla kaleme alınmıştı. Size anlattığım bu olay, 1960′lardan kalma, masa üstü bilgisayarlardan ve bilgisayar destekli yayınlardan önce, yani bu dergi daktilolar, makaslar ve polaroid kameraların yardımıyla yapılmıştı. Google ortaya çıkmadan 35 yıl önce, dergi formatında bir Google gibiydi: idealistti, anlaşılır bilgiler ve harika görüşlerle doluydu.

Stewart ve ekibi bunun birçok baskısını yayımladılar ve dergi miyadını doldurduğunda son bir baskı yaptılar. 1970′lerin ortalarıydı, o zamanlar sizin yaşlarınızdaydım. Son baskının arka kapağında, sabahın erken saatlerinde çekilmiş bir yol fotoğrafı vardı, hani her maceracının kendini otostop çekerken bulabileceği yollardan biri.
Fotoğrafın altında şu sözler yer alıyordu: “Aç Kalın, Budala Kalın (Stay Hungry. Stay Foolish).”Aramızdan ayrılırken bize verdikleri veda mesajları buydu. Aç Kalın, Budala Kalın. Kendim için hep bunu diledim. Ve şimdi, sizin için de aynı dilekte bulunuyorum:

Aç Kalın, Budala Kalın.
Steve Jobs.

Haziran 13, 2011

Nokia ve Microsoft: Mobil Pazarı Kaçıranların Kardeşliği

Nokia ve Microsoft: Mobil Pazarı Kaçıranların Kardeşliği

Google’da her istediğimi bulamadığım 2000’li yılların başında dergilerde okuduğum önemli haberleri kesip saklardım. Bugün sizinle Business Week dergisinde 22 Mayıs 2000 tarihinde yayınlanan “Wireless in Cyberspace” raporundan alıntılar yaparak birşeyler paylaşacağım (http://www.businessweek.com/2000/00_21/b3682028.htm). Raporun hemen başında da görüleceği gibi, IBM ile Nokia’nın 1 milyar USD’lik bir yatırımla “Sanal Kablosuz İletişim Şehri” kuracakları haberi yer alıyordu. Öyle ki, Helsinki Wireless Virtual Village (HWVV) olarak tanıtılan bu şehirde 2005 yılı itibariyle ilk 1 km çapta yer alan 1,000 firma ve 5,000 kişi mobil internet’ten yararlanacaktı. Sonra bu proje planlandığı gibi gerçekleşmedi.
Bu gelişmeden önce, Nokia 1999 yılında Kablosuz Internet’in geldiğini çok iyi bilerek IBM ile zaten işbirliği yapmıştı. Infoworld’un 1 Kasım 1999 tarihli sayısında “Wireless Race” adı ile çıkan bu haber aslında Nokia’nın bu pazara çok sıkı asılacağını gösteriyordu: http://books.google.com.tr/books?id=804EAAAAMBAJ&pg=PA49&lpg=PA49&dq=Infoworld+November+1+1999+Wireless+Race&source=bl&ots=eF8ixmfgPA&sig=y_nZYgUVq4uuvbcrJ43uqXq4PDg&hl=tr&ei=fFv0TfKdOMnHsgaE3ZWsBg&sa=X&oi=book_result&ct=result&resnum=1&ved=0CBcQ6AEwAA#v=onepage&q=Infoworld%20November%201%201999%20Wireless%20Race&f=false
1999 yılından alıntı bazı önemli istatistikler sanırım pazarın ve gelişimin durumunu net açıklıyor:
1. ABD‘de mobil telefon penetrasyonu %25 iken, Nokia’nın üretildiği Finlandiya’nın da yer aldığı İskandinav ülkelerinde %60’dı.
2. ABD’de mobil telefonların %40’ı analog’du. Yani eyaletler arasında roaming yoktu. Bir başka eyalete gittiğinizde yeni telefon kiralamanız gerekiyordu.
3. İskandinav ülkesi İsveç’in en önemli firması Ericsson 5 yıl sonra toplam mobil telefon abonesinin 1.1 milyar’a, bunun da 400 milyon’un mobil internet’e sahip olacağını söylemişti.
4. Dünyada mobil internet kullanıcı sayısı 2004 yılında ne yazık ki 400 milyon’a ulaşmadı. 400 milyon sınırı ancak 2009 yılında geçildi. Bu gecikme Nokia ve Ericsson’un moralini bozdu ve pazara olan güvenleri azalarak mobil internet’i destekleyecek ürün çıkarma iştahlarını da ortadan kaldırdı.
Halbuki Infoworld’da her 2 firmanın yer alan prototipleri ne kadar da heyecan vericiydi (Nokia ve Ericssoun’un 1999 yılındaki mobil internet prototiplerini yazının resminde görebilirsiniz). Ama 2004 yılına geldiğimizde Nokia 4 yıl önce tanıttığı prototip’i ürün haline getirmemişti ki, BBC’nin web sitesi bu ürünün prototip fotoğrafını kullanmıştı:http://news.bbc.co.uk/2/hi/in_depth/business/2001/3g/default.stm
Peki Nokia niye mobil internet pazarını kaçırdı? Bu konuda birçok yorum var. Bilişim sektörüne yıllarımı verdiğim için bazı gelişmelerin de yakın takipçisi oldum. Örneğin Symbian işletim sisteminin çıktığı yıllarda yapılan yorumları hatırlıyorum. Sanırım Nokia’nın 3 sorunu vardı: İlki “erken öten horoz olmak”, ikincisi Symbian işletim sistemi, belki de en önemli sorunu işler bu kadar büyürken şirketin merkezini ABD’ye taşımak yerine Finlandiya’da bırakmasıydı. Böylece vizyon konusunda kısır kalmaya mahkum olmuştu. Zaten bunun böyle olduğunu Nokia CEO’su Stephen Elop’un 11 Şubat’ta yaptığı açıklamalardan belliydi. 2010 yılında Ar-Ge’ye Apple’ın yaptığının 2 katını (4 milyar USD) harcayıp, bunun %70’ini de Symbian için kullandıktan sonra, Microsoft ile anlaşma yaparak, Windows 7’yi (ve sonra çıkacak platformlarını) bundan sonra işletim sistemi olarak kullanacağını açıklaması ile bugüne kadar yapılan hataların listesini de ortaya dökmüş oldu. Microsoft tarafından gönderilmiş Truva Atı olmakla suçlanan CEO Elop’un konuşmasından beri Nokia hisseleri %50 değer kaybederken, 2007 yılında Apple’ın iPhone’u çıkarmasından beri de %75 değer kaybetti.
Nokia’nın acınası durumunu bir kenara bırakıp kurtarıcısı Microsoft’un Windows 7 işletim sistemi hakkındaki yorumlarımı da paylaşıp, kimin kimi kurtaracağı fikrini sizlere bırakayım. Ben yıllardır Microsoft Windows Mobile işletim sistemi kullanıcısıyım. Her türlü sıkıntısına (bug) karşın asla vazgeçmedim. O yüzden birçok eleştiriye de maruz kalmadım değil. Son 5 yıldır da HTC telefon kullanıcısıyım. Günün sonunda mobil telefonumu gerçekten bir bilgisayar gibi kullanıyordum. 2011 yılı itibariyle bakış açım tümüyle değişti. Neler mi oldu? Mobil telefondan beklentilerin çok yükseldiğini ve tek bir cihazın her iş için kullanılamayacağını hisseden Apple, iPad’i kullanıma sunmuştu. Önce iPad kullanıcısı oldum. Sonra heyecanla Windows 7 Mobile’ı beklemeye başladım. Bu yüzden HTC’mi de değiştirmem 1 yılımı aldı. Neyse Windows 7 Mobile yüklü HTC’mi kullanmaya başlayınca hayal kırıklığım tavana vurdu. Öncelikle “Tasks” fonksiyonu yoktu. Yani Windows’un temel ürünü, Microsoft tarafından mobil versiyona konmamış, 6 ay sonra dışarıdan bir firmanın ürünü olarak mağazaya eklenmişti. Eski versiyonlarda kullandığım birçok fonksiyon ortadan kalkmıştı. Örneğin “Kişiler” de kişi ve şirkete göre sıralama, şirket’e göre arama ile, kişiler içine alınan notlara göre arama da ortalıkta yoktu. Yani Microsoft en çok eleştiri aldığı “yüksek bellek harcıyor” konusunu belki halletti ama zaten yeni çıkan telefonlarda da bellek sorunu ortadan kalkmış oldu. Yani müthiş yanlış bir zamanlama yaptı.. Dünya ve Türkiye’de birçok şirket personeline mobil telefon numarası veriyor. Hatta bu numaralar kişilerin iş kartlarında da basılmaya başlandı. Sonuçta yöneticilerin 2 tane mobil numarası mevcut. Ama Microsoft Windows 7’de tek bir mobil numara girişi var (diğerlerinin de durumu farklı değil). Sonuçta sms göndereceğiniz kişinin sadece tek bir numarasına gönderim yapabiliyorsunuz. Diğer numarasına sms atmanız için önemli bir şaklabanlık süreci geçirmeniz gerekiyor. Bir de benim gibi, kişinin 2. mobil numarasını “Car Phone” diye kaydettiyseniz yandınız. Çünkü yeni işletim istemi bu numarayı telefonun ekranına bile getirmiyor. En komik tecrübemi sizinle paylaşarak konuyu noktalayayım. Bundan yaklaşık 1 ay önce Kınbrıs’a gittim. Orada telefonumu açtığımda KKTCELL operatörüne (Kuzey Kıbrıs Turkcell) girdim ve onu kullandım. Sonra Türkiye’ye döndüm. Her gün telefonumu akşamları kapatıp, her sabah açtığımda sevgili Microsoft bana Kıbrıs nostaljisi yaşatmaya devam ediyor. Çünkü telefonumda operatör olarak hala KKTCELL gözüküyor. Yani “bug kültürü” Microsoft’ta aslında devam ediyor.
Sonuç olarak, Microsoft, geçmişte çok bug’lı da olsa bir karizması olan işletim sistemi modelinden çıkıp bir Apple kopyası haline gelmiş. Ama kötü bir kopyası. İşte bu işletim sistemi Nokia’ya ilaç olacak.
Finlandiya ekonomisine %37.3 katkısı olan ve bugün geldiği durumla satın alınacak şirket konumuna düşen Nokia’yı günün sonunda Microsoft kurtaramazsa, Finlandiya hükümeti mi kurtaracak, merak ediyorum.


alphanmanas.com'dan alınmıstır.

Sosyal ağlar ve Hocam

Mağlumm sınavlar bitti geldik memlekete iş güç çalışmak derken insan üniversite ortamınıda özlemiyor desem yalan olmaz, su günler bir geçse üniversite yeniden başlasa  keşşşke!!! Diyerek simdiden askerlik gibi gün saymaya basladım desem yalan olmaz...Böyle bir psikolojiye sahipken işden eve gelip koltuğa uzanıp kucagımıza aldıgımız pcmiz ile açtıgımız ilk site coğumuzun feysbok!!! Artık işlevinden iyice sapmaya başlayan, her gelenin elini kolunu sallayarak girdiği, binlerce sahte profillerin oldugu, sapıkların cirit attıgı bir ortam haline gelen bir platform! Böyle bir ortam bizim gibi kullanıcılarından oluyor olmak da zorunda ! Bu durumla karsı karşıyayken nette arastırdıgım kadarıyla suan türkiyedeki üniversite öğrencileri için en düzgün seviyeli platform olan hocam.com'a üye olmak lazım dedim.Onlarda bu işi gerçekten cok ciddiye(iyikide alıyorlar almasalar netlog yonja facebookdan farkı ne ? ) alıyorlarki oraya üye olmak için epey bi aşamadan geciyorsunuz mesala bu yazımda bakmayın aslında bir aşama diyebiliriz :) Kabaca dolandığım sitede kaliteli , sahte olmayan , düzgün seviyeli bi kullanıcı kitlesine sahip.
O yüzden bende www.hocam.com ' a üye olmaya karar verdim! Hepinize öneririm arkadaşlar! 
Not: üniversite okumuyorsanız hiç boşuna uğraşmayın almazlar :)

Mayıs 22, 2011

ehhhüüü ihüü ü

Derss derss dersss sadece bunu paylaşabilecek durumdayım suanda cok boşladım seni halka acık not defterim :)

Şubat 08, 2011

Türkiye için stratejilere ihtiyaç varda NEDEN?

Türkiye için stratejilere niye ihtiyaç var?” diye düşünebilirsiniz. Yani düşünmezsiniz tabii de, hadi düşünün de bana yazı yazmak için bahane çıksın…
Bugün uçakta The Economist dergisini okurken Japonya ile ilgili bir rapor okudum. Raporun başlığı “Into the Unknown-Belirsizliğin İçine Giriş”. Rapor 14 sayfa; ben önemli başlıkları sizlerle paylaşmak istiyorum:
1. Dünyanın en hızlı yaşlanan ve en az doğurganlığı olan ülkesi konumuna gelmiş. Ortalama yaş 44 ve ortalama ömür 83. Şu andaki 125 milyon nüfus 40 yıl içinde 38 milyon azalacak. Yıllar 2050’yi gösterdiğinde her 10 kişiden 4’ü 65 yaş ve üstünde olacak.
2. Japonya’nın 90 milyon olan çalışan nüfusu 2050 yılına gelindiğinde tam yarıya yani 45 milyona düşecek. Bu aslında Japonya için inanılmaz güzel bir gelişme. Çünkü Japonya gün geçtikçe üretim için pahalı bir ülke olmaya devam ediyor.
3. Japonya, inovasyonu destekleyen bir ülke değil (şaka gibi değil mi?) Risk Sermayesi (Venture Capital) ortalıklarda gözükmüyor. “Peki Toyota nasıl Hibrit motoru ortaya çıkardı?” diyebilirsiniz. Evet, hem de çok akıllıca bir planla: Yaşlı mühendisleri bir kenara çekip, tümüyle çok genç mühendislerden oluşan bir kadroyla. “Aksi taktirde statükocu yaşlı mühendisler asla yeni bir teknolojiyi destekleyemezlerdi” deniyor.
4. Japonya 2020’ye kadar yılda ortalama %2 büyüyecek gibi gözüküyor.
5. En önemli sorun “Sosyal Güvenlik”. OECD ortalaması 4 çalışana 1 emekli olurken, Japonya’da bu oran 2.6. Asıl ilginç olan ise bu oranın 1960’larda 11 çalışana 1 emekli olması. Yani geçen her gün Sosyal Güvenlik Japon bütçesini zorlamaya devam edecek.
6. Peki Japonya bu zorlanan bütçeyi neyle destekleyecek? Tabii ki vergilerle. Japonya’da kurumlar vergisi %41, G20’deki en yüksek vergi; Türkiye’deki verginin 2 katı. Ağır vergi yükü Japon firmalarını yurt dışında üretime zorlamış. Bugün Japon firmalarının üretiminin %30’u yurt dışında gerçekleşiyor. 1990 yılında bu oran %15’miş. Toyota üretiminin %58’ini yurt dışında gerçekleştiriyor. Nedeni çok açık.
Daha fazla bilgi ile sizleri boğmadan Türkiye’ye gelelim. Bizim durumumuz biraz farklı. Çünkü Japonya önemli sorunlarının yanında sanayileşmiş, önemli markaları ile dünyada yer edinmiş bir ülke. Bize karşı avantajları ve dezavantajları mevcut. Japonya yıllardır ürettiği stratejileri uygulayarak bugünlere gelmiş. Biz de ise gelen hükümetler günlük davranmışlar. Örneğin bu ülke demiryolu konusunda bir strateji planına on yıllarca önce sahip olsaydı, taşımacılık bugünkü kadar pahalı olmayacak, birçok malı ucuza satın alabiliyor olacaktık. Örnekler o kadar çok ki…
Türkiye’nin “Gelecek Raporları”na gereksinimi var. ABD’de Think-Tank’lerin devlet politikalarına etkileri gerçekten büyük. Savunmadan, sanayiye, eğitimden, sağlığa kadar birçok konuda araştırma yapılması ve kesin önerilerin oluşturulması ülkenin geleceği açısından çok anlamlı oluyor. Sokaktaki halk, uzun dönemdeki planları görüp proaktif davranabiliyor.

Şubat 05, 2011

Aç Kal Budala Kal..!


Steve Jobs - Aç Kal Budala Kal (Alt Yazili)
Yükleyen morketing. - Dünyanın her yerinden videolar.

Daha fazla internet projesi üretilmesi lazım



Daha fazla internet projesi üretilmesi lazım
Murat Kaya

Trabzonspor Yönetim Kurulu Üyesi-yazarı, Liverpool kulüp üyesi, yakında Yemeksepeti üzerinde blog yazmaya da başlayacak. Nevzat Aydın’la neredeyse her konuya değindiğimiz röportajımız.

Her şey nasıl başladı?

İnternetle 94’te Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği’nde okurken tanıştım. İnternete girdiğimin 10ncu dakikasında hayatımın geri kalanında internetle ilgili bir şey yapmak istediğimi anlamıştım. 40 kb’lik dosyayı indirmenin bir gün sürdüğü zamanlardan bugünkü haline gelişine şahit olmak gerçekten acayip geliyor ve kendimi çok şanslı görüyorum.

Okula her gün giderdim ama derse çok girmezdim, notlarım iyi değildi ama çok sosyal bir adamdım, altı senede bitirdim bölümü. Ne yazık ki bazı dersleri hatırlamıyorum bile.

İnternetin iletişimi başka bir boyuta geçireceği çok belliydi. Belirli bir fikir yoktu kafamda o sırada ama internette bir şey yapmak istiyordum. 94’ten 99’a kadar kendimi ‘Silikon Vadisi’ne gideceğim, internetle ilgili bir şeyler yapıyor olacağım’ diye programladım. Okul bittikten sonra University of San Francisco’da MBA yapmaya başladım. Benim için tercih lokasyon idi: Mümkün olduğunca Silikon Vadisi’nin göbeğindeki bir okula gitmek istiyordum.

Geçen gün baktım, Amazon’dan ilk siparişimi 96’da vermişim. Clive Cussler’ın bir kitabını almışım. İnternette olmak çok hoşuma gidiyordu. Bir şeyleri araştırmak, alışveriş yapmak...


Amerika’ya geçiş...


Çok iyi oldu oraya gitmem. Orada bulunmasaydım, belki Yemeksepeti gibi bir fikirle Türkiye’ye dönmem mümkün olmazdı. İşletme master’ının bir katkısı olur diye düşünmüştüm. Bitirmeden geri döndüm. Bubble’ın şişmeye başladığı ve patladığı dönemdi, şanslı bir dönemdi. Burada oturarak kafamda canlandırabileceğim bir yer değildi orası. Stanford’da Jeff Bezos’u, Jerry Yang’i, Steve Jobs’u tekrar Apple’ın başına geleceği dönemde seyrediyordum. Şanslı bir dönemdi.


Orada kalmak yerine Türkiye’ye dönüş peki?
Türkiye acayip genç nüfusa sahip bir ülkeydi. Türkiye’de internet kırılımının yaşanmasına daha vardı. Bu patlama yaşandığı anda, bu kadar genç ve açık bir nüfusun internette çok büyük başarılı projelere yol açacağı çok netti.

Kafadaki fikir neydi ve bu fikir nerede geldi?

Yemeksepeti fikri. Daha doğrusu, paket servis ve interneti bir yerde buluşturan, insanların paket siparişini internet üzerinden vereceği proje.

Orada kullandığım modeller vardı. Hiçbiri Yemeksepeti’nin aynısı değildi. Cosmo, ne isterseniz evinize bir saat içerisinde getiriyordu. Maliyetli bir modeldi, battı. Webvan.com vardı online bakkal alışverişi; tarihe geçen milyar dolarlık batışlardan biriydi. Food.com bizimkine benzer bir şeydi ama bağlı restoranlar siparişleri ya getirmiyordu ya da sipariş umurlarında olmuyordu. Bunların hepsinden, birtakım şeyler öğrenip, Türkiye’deki internet kullanıcısının beklentisine ve restoranların ihtiyaçlarına göre Yemeksepeti’ni şekillendirdik. Restoranlar ve kullanıcılarla görüştük. İşin bir IT ve satış tarafı vardı. Kendi yapabildiklerimin farkındaydım ama IT tarafında benden çok daha iyi birine ihtiyaç vardı ve şu anki ortağım Melih Ödemiş devreye girdi, Boğaziçi’nde aynı bölümdeydik, Citibank’ta çalışıyordu ve kafasında hep kendi işini yapmak vardı. Restoran tarafında ise hiç utanmadan sıkılmadan restoranları defalarca gezip arayabilecek satışçı bir profile ihtiyacımız vardı, orada da Cem devreye girdi. Melih, Cem ve ben, Yemeksepeti’ni Ocak 2001’de açtık.

Türkiye’de bunu yaparken, dışarıya bakıyor muydunuz?

Danimarka’da Just Eat var, 2001’de kurulan, yedi-sekiz ülkede varlar, bize en çok benzeyen model onlardı. Biz onların varlığını 2003’te fark ettik. Tanışıklığımız da oldu, şimdi devamlı görüşüyoruz. 2005’ten itibaren de elde ettiğimiz finansal kaynakla da dışarıya açılma fikrine sıcak bakmaya başladık fakat hazırlığımız uzun sürdü. 2007-2008 gibi dışa açılma hazırlıkları yaptık. Bütün altyapıyı baştan yaptık, 2.5 yıl sürdü. Admin panellerinden, ön taraflarına ve e-posta altyapılarına kadar.

İşe başladıktan sonra satın alma teklifi geldi mi?
Ocak 2001’de açtık, Mart ayında Türkiye’nin önemli gruplarından birinden yarısını almak için 800 bin dolarlık teklif geldi. Zor bir karardı ama o birlikteliğin sıkıntılı olacağını düşünerek hayır dedik. Türkiye içinden ve dışından teklifler gelmeye devam etti ama bir türlü bizim istediğimiz modelde bir teklif gelmedi. Çoğunluğu alıp bizi çalışan haline getiren tekliflerdi. Girişimci ruhumuzu taşıyabilmek için reddettik.

2008’de tek ortaklığımızı yaptık, yüzde 20’mizi European Founders Fund’a sattık.  Başka teklifler gelmeye devam etti ama biz ilgilenmedik. Şu anda böyle bir ihtiyacımız yok.

Çıkış düşüncesi var mı?

Şu anda yok. Bence bizim başarımızın en önemli nedenlerinden biri, hayat boyu bu işi yapacakmışız gibi düşünmemizdi. O yüzden ne kadar düzgün konumlandırırsak önümüzdeki dönemde o kadar karlı bir firma olacağız diye düşündük. Ama her an her şey olabilir, her türlü teklife açığız. Şu anda üç ülkede olduğumuz için daha fazla teklif alıyoruz. Moskova, St. Petersburg, Dubai var şu anda ve yakında Abu Dhabi ve bir ülke daha geliyor.

Dubai’deki FoodOnClick.com ile Türkiye’deki aynı mı?

Model aynı, sadece görsel bazı farklar var. Kullanıcı analizleri yaptıktan sonra onlara uygun bir şekilde düzenlemeler yaptık. Mesela Dubai’de catering diye bir bölümümüz var. Bütün ofise bir günlük yemek alma gibi hizmetler de oluyor ama tamamen Yemeksepeti altyapısıyla oluyor.

Sonra başka girişimler olmaya başladı.

Tasartı ile başladı. Bu üç ortağın hepsinin aynı projelere yatırım yapıyor olması çok zor bir şey, o yüzden ben öbür işlerle Yemeksepeti’ni pek karıştırma taraftarı değilim. Yemeksepeti ile ilgili olan fikirleri de zaten kendimiz yapıyoruz. Diğer yatırımlarda ise birebir içinde bulunmuyorum ama danışman ve yatırımcı gibi bulunuyorum.  Threadless modeli kafamda hep vardı. Tişört ve tasarım çok sevdiğim iki konuydu ve şartlar oluşunca ben de sıcak baktım.

Geztozeglen.com devam ediyor. Real Madrid - Barcelona maçlarına organizasyonlarla bir sürü insan götürüyoruz.

Amerikadan dönerken böyle bir girişimcilik fikri var mıydı? Yani birkaç koldan girişimler yapıp ilerlemek gibi.

Kendime bir idol seçmem gerekirse Steve Jobs’ı tercih ederdim. Ben olsam herhalde 15 sene sonra Yemeksepeti’nde daha az şeye bakıyor olurdum, daha farklı bakardım; Steve Jobs gibi bir şeye girip, onunla ilgilenip bitirerek ilerlemeyi tercih ederim. Tasartı ve diğer projelerde Yemeksepeti’min vaktini harcıyor değilim. Güvendiğim bir ekip var ise, iş modelinden hoşlanıyorsam dışarıdan takıldığım bir şekilde ilerliyorum o tarafta.

2011’de Yemeksepeti’nin bünyesinde çok iddialı girişimler göreceksiniz ve bunlar yemekle ilgili olacak. Yemeksepeti’nde daha yapılacak çok şey var.


Dragon’s Den’e geliyoruz...

Yıllardır seyrediyordum ve dört sene kadar önce, Türkiye’de bu programı yapmak üzere bir kanalla görüşmüştük fakat proje iptal olmuştu. 4 sene sonra Bloomberg ile gelince herhalde Türkiye’de fazla girişimci yok ki yine bana geldi proje ve hemen kabul ettim. Benim iyi yapabildiğim, katma değer üretebildiğim bir şey bu. Üniversitelerde, derslerde kendi tecrübelerimi insanlara anlatmaya ve kendilerine dersler çıkartmaya uğraşıyordum zaten ve bunu Dragon’s Den’den daha iyi yapabileceğim bir yer yoktu. Ben kısmen finansal, kısmen de bir sosyal sorumluluk projesi olarak görüyorum bunu.

Kaç girişim var oradan çıkan?

PilatesAkademi var. Pilatesle alakam yok ama girişimciye çok inandım. Abdullah hoca çok sempatik geldi ve kendi başına oluşturmak istediği şeye yardımcı olmak istedim. O işin başında Abdullah hoca olduktan sonra gayet pozitif bir şekilde ilerleyecek diye düşündüm.


Son zamanlarda çok fazla ‘sen varsan ben de varım’ demeye başladı Dragonlar...

Biraz daha Türkvari işte. İngiltere’de tam tersi, birbirleriyle kapışıyor Dragonlar. Bizde biraz daha iyi niyetli halimiz devam ediyor ama önümüzdeki dönemde ilginç çekişmeler görebilirsiniz.

Başka Dragon’s Den projesi?

İnploid var. Beşimizin ortak olduğu proje olarak. Ayrıca hayvan kızgınlık dedektörü projesi var. Girişimci çok iyi yine, Kaan Bey, süper bir girişimci profili bence.

Galata Business Angels?

Galata Business Angels’da da varım ve şu anda onlarla global bir projeye ortak oluyoruz. BoatBookings.com adlı bir Fransız şirketine. Ayrıca eTohum’a da devam ediyoruz.


Yemeksepeti Dragon’s Den’e gelse?
Önemli soru: Ben mi anlatıyor olacağım, başkası mı? Bu yatırımların toplamında en büyük kriter girişimcinin profili. Ben çıkıp anlatsaydım, ikna ederdim kendimi ve oradakileri. Kimin anlattığı acayip önemli bir şey. Niye insanlar internetten sipariş versin ki diye sorardım, telefonla veriyorlar zaten derdim, parayı restorandan toplayamazsın derdim, kim bunu kullanır derdim, restoranları neye göre ekleyeceksin diye sorardım. Karşıdaki o adam, bizim 2000 yılında hissettiklerimizi bize hissettirebilirse yatırım yapardım.


Çok iyi sunum yapan biri, işten anlamadığını gizleyebilir mi?

Onu anlarsın. Hissedersin. Dragon’s Den’de o dört dakikalık görüntüyü çekmek için annesi, babası, okuduğu okulu dahil olmak üzere neredeyse 1,5 saat soru soruyoruz girişimciye. Ayda üç gün toplanıp, bir aylık bölüm çekiliyor.

Dragon’s Den’de internet projeleri biraz zayıf mı kalıyor?

Daha çok internet projesi gelmesi lazım. Çok kötü projeler geliyor internet alanında, daha çok Türk Mucit programına dönmeye başlıyor o yüzden. İnternet alanında bu kadar kısıtlı olamayız diye düşünüyorum. Kapıdan giren adamın onuncu saniyesinde yatırım yapılmayacağını anlıyorsun ama bir saat soru sormaktan sıkılıyorsun.

Bazen çok sinirlendiriyorlar. Girişimci, projesine aşık oluyor bazen ve senin mantıklı yorumlarını dinlemeyip, bahaneler üretip aslında haklı olduğunu ispat etmeye çalışıyor: Bu çok tehlikeli bir şey. Bu iş olmaz diyorsun, vaktine parana yazık olur, sosyal çevrende dalga konusu olursun diyorsun ama karşı çıkıyorlar. Bence insanların cesaretini kırmadan bunu söyleyebilmeliyiz. Hata yapıyorlarsa veya projenin başarılı olmayacağını düşünüyorsak karşındakine söylememiz lazım. O yüzden çok sert diye baya eleştiri alıyorum. Daha önceden tanıyanlar ‘ne kadar yumuşaksın’ diyor, beni ilk defa bu program görenler de ‘ne kadar sert adam’ diye tepki veriyor.

Tek başına fikir bundan on yıl öncesinde çok değerliydi belki ama artık günümüzde fikirden öte, girişimcinin profili, kendini işe verme, inanarak işi sahiplenmesi, peşinden gitmesi, icra tarzı kısımları çok daha önemli bence.

Şimdiye kadar gözlediğiniz başarılı girişimci özellikleri neler?
Hızlı öğrenebiliyor olmak, çok fazla fizibilite yapıp düşünmemek, etrafındakilere ve çalışanlara ilham kaynağı olabilecek karizma ve duruşa sahip olabilmek diyebilirim.

Amerika’da bir şeyler yapma fikri var mıydı?
Amerika’da değil de, yine Türkiye’de insanların kredi geçmişlerini oluşturma işi vardı. Bu yapıyı Türkiye’de kurmak isterdim ama bu çok geride kaldı çünkü Yemeksepeti’ne kafayı gömmüştük. Ayrıca TechCrunch’ıyapmayı çok isterdim çünkü 2000’li yılların başında çok ihtiyacımız vardı.

Dünya interneti nereye gidiyor?

Yeni çıkan projelerin çıkışı ve kabulü çok hızlı oluyor eskiye göre. Özel alışveriş sitelerinin, grup alışveriş sitelerinin bu kadar hızlı sürede büyüyeceğini hiç tahmin etmiyordum. Artık projelerin başarıya ulaşması için gereken yığın zaten var. Bir proje açınca birkaç sene beklemek gerekiyor diye bir kural yok, ilk bir sene içinde projenin nereye gideceği belli oluyor zaten. Kısa süre içinde kendini nereye götüreceği belli değilse, gitmeyecek demektir.

Dünya sosyalliğe gidiyor, sosyal oyunlara dönüyor. İnsanlar kendilerine ayırdıkları zaman azaldıkça, bu iki saati de artık keyif aldıkları şeyler için kullanacaklarını sanıyorum. Çok daha fazla dikey içerik ve site göreceğiz gibi geliyor bana.

Ocak 21, 2011

Bilinçaltı Reklamcılığı...

Bilinçaltı..
Bir sayfanın en stratejik noktasında ya da saliselerle ifade edilebilecek kadar kısa bir zaman dilimi içerisinde ekranda size gösterilmiş olan bir yazının, görselin ya da videonun gözlerinizce fark edilememesi, bilinçaltınızın ise leb demeden leblebiyi kavrayıp davranış biçiminizi yönlendirmesi olayına bilinçaltı reklamcılığı diyoruz.
Turkcell’in “ben sana aşık oldum Merve” konseptli son reklam filminde de çok iyi kurgulanmış bir bilinçaltı reklamcılık örneğiyle karşı karşıyayız. Aradığında Merve’yi koltuktan zıplatan esas oğlanımız Berk, sahil kenarında on yüz bin milyon rakamın arkasında ilanı aşk etmeye başlıyor. Ama o da ne ? Telefon aniden yüzüne kapanıyor.  Şaşkınlıktan ağzı bir karış açık kalan ve henüz durumu idrak edememiş Berk’e aydınlatıcı bilgi ve “çözüm yolu” ise Berk’in açığını çok iyi yakalayan kurnaz  Cellocan’larımızdan birinden geliveriyor : “Biz anladık, ses kesildi. Numaranı Turkcell’e taşıyalım, sesin kesilmesin.”  Merve’nin aşkıyla avare olmuş Berk ise kurtuluş ümidiyle kırk yıllık hattından o an vazgeçip, kendini Turkcell’in merhametli kollarına bırakıveriyor.
Buraya kadar herşey normal gibi görünse de işe koyulan Cellocan’lar sayıları teker teker taşımaya başladıklarında karşımıza çıkan görüntü işte bu oluyor :
Reklamı birkaç kez dikkatle izlediğinizde , bırakın Avea hattı olan 506 sayılarının kazara yan yana gelebileceğini düşünmeyi, 0 ‘ı tutan Cellocan’ın arkalardan yetişip 5 ile 6 arasındaki yerini aldığına bile rahatlıkla şahit olabiliyorsunuz.  Peki ya kapıdan içeri giren son 3 rakam ?  5-4-7   Evet, Vodafone.
Yani deniyor ki; bırak sen onu, beni seç beni seç : )



Bu Videoda bize bilinçaltı reklamcılıgını anlatıyor.Videoyu paylaşan arkadaş her ne kadar bunu bir kandırılma olarak yorumlasada yapılan iş ticari bir başarı olup şirketlerin kullandığı güzel bir yöntemdir.


İzliyelim...


Ne Kadar Kolay Kandırılıyorsun? Seyret, Öğren...
Yükleyen shinyobjection. - Bilinçaltı reklamcılık


Kıssa kıssa notlar...

Borsa düştü, dolar fırladı!
Merkez Bankası’nın açıkladığı 25 baz puanlık faiz indirimi  kararının ardından borsa ikinci seansa sert satışlarla başladı.

Endeks gelen satışlarla 66 bin puan seviyesinin altına sarkarak saat 14.55 itibariyle 65 bin 312 puana kadar geriledi

BORSA SERT DÜŞTÜ
Satışların ikinci seansın ortalarına doğru hızlandığı görüldü. Bu seyir altında borsa günü 1174 puanlık kayıpla 65 bin 288 puandan tamamladı. Hisse senetlerinin değer kaybı ortalama yüzde 1,77 oldu.

20.01.11 KAPANIŞ
İMKB 100-1,77%
65.288-1.175
USD1,87%
1,57800,0300 ---
EURO1,27%
2,11400,0300
ALTIN0,02%
68,43290,0100


UZMANLAR NE DİYOR?
Tuncay TURŞUCU / Yatırım Finansman
Olumsuz etkiler bekliyoruz


TL karşılıklardada ilave tedbirler geleceğinin açıklanması, faizindirimi etkisinin sınırlı olmasına neden olduğu gibi, faizlerde yukarı yönlü baskının devam etmesine de neden olmakta. Piyasalar üzerinde özellikte hisse senedi piyasaları üzerinde olumsuz etki yaratacaktır. Faizler üzerinde yukarı yönlü baskının devamı gelebilir. Kur faizlerin yükselişi karşısında aşağı yönlü etkilenebilir ancak kur cephesinde DTH hesaplarında karşılık artırması gündeme gelirse yukarı yönlü baskı sürebilir. Olumsuz etkiler bekliyoruz. 

Ergun TEKGUL / Global Menkul
Dolarda hedef 1.5950 

Piyasa faiz indiriminin olumlu etkisinden daha çok Mb nın munzam karşılık oranlarındaki ilave artıtımını bankalar aracılığıyla üzerimizde hissettirmeye çalışıyor. 81 bin önemli düzeltmesinin altına sarkan Vob30 kontratlarında bu seviyenin altındaki bir kapanışta hedef olarak 77,000 hareketi başlatabilir. Dolarcephesinde ise ağırlıklı ortalamalarının aşağı geçmesiyle  ilk hamlede 10 ocak zirvesi 1,5950 hedef bölge olarak duruyor.

Zeynel Abidin BALCI / Acar Menkul Değerler
Yabancı ilgisi azalabilir
Faiz indirim kararı sıcak paraya önlem çerçevesinde düşünüldü.  Bu durum yabancı yatırımcının Türkiye'ye  ilgisini azaltabilir düşüncesini öne çıktı. Bir diğer taraf ise munzam karşılıklarda artış olasılığı arttı. Faiz düşüşünün doğal olarak döviz kurlarına yükseliş olarak yansıması beklenebilir. Ancak bu kararın piyasalar üzerindeki etkisinin kısa süreli olacağını düşünüyorum. 



Kıssa kıssa anlık notlar